30 Ekim 2015 Cuma

Okuma Gözlüğüm

Bundan 2 yıl evvel yakın gözlüğü kullanmaya başladım. Aslında sıkıntım daha eski, ama bunun yaşlanmayla ilgili bir durum olduğunu içten içe bildiğim için sanırım, direndim. Yaklaşık iki yıl kadar "ben okuyamıyorum artık, gözlerim çok ağrıyor" diye diye dolandım. Sonra bir gün okuma mesafemin ne kadar arttığına dikkat edince jetonum düştü. Artık kaçış yoktu. Çok sevdiğim kitaplarıma dönmenin yolu gözlükten geçiyordu.
Şimdi alıştım sayılır. Yolculuğa çıkacaksam, çantama ilk attığım şeylerden biri kitabımdır. Genelde son yanıma aldığım şey ise gözlüğüm, bazen son anda hatırlayıp kapıdan dönüyorum.
 
"Bir sıkıntınız olduğunda, bunun sadece size mahsus bir şey olduğunu düşünmeyin" derler. Yani, hemen herkes aynı sıkıntıları yaşıyor aslında. O yüzden "Bu sadece benim problemim değil, elbet" deyip, Dozaj dergimize bir yazı yazmıştım bu konuyla ilgili.
 
Bakalım, beğenecek misiniz?
 

Eyvah, okuma gözlüğü takıyorum
 
İlk önce gözlerimiz yaşlanıyor. 40 yaşı aştıktan sonra birçok insan, hayatında hiç gözlük takmamış olsa bile, okuma gözlüğü kullanmaya başlıyor.
 
Presbiyopi yani yakın görme bozukluğu, 40 yaşından sonra ortaya çıkan bir durumdur. Yaşla birlikte göz merceği uyum yapma yeteneğini yavaş yavaş kaybeder ve insanların çoğu belli bir yaştan sonra okumak veya yakın iş yapabilmek için gözlük kullanmak zorunda kalırlar.  Presbiyopi, Yunancada "yaşlanan göz" anlamına gelmektedir. Yaşa bağlı bir durum olduğundan, herkeste görülmektedir. Yani hepimiz er ya da geç bir okuma gözlüğü kullanıyoruz veya kullanacağız.
 
Göz bozukluğu olmayan, yani, gözleri “sıfır” olan insanlar, 40 yaşından sonra yavaş yavaş, özellikle, küçük yazıları okumakta zorluk çekmeye başlarlar ve gözlük gereksinimi ortaya çıkar. Her insan aynı yaşta, aynı derecede yaşlanmadığından kişiden kişiye farklılık ortaya çıkabilir. Hipermetrop olan kişiler daha erken yaşta okuma gözlüğüne ihtiyaç duyarlar.
Miyop olanlarsa, uzak için gözlük kullanırlar. Zaten yakını gördükleri için presbiyopi yaşına geldiklerinde gözlüklerini çıkarıp okurlar. Bu, onlarda presbiyopi olmadığı anlamına gelmez.
Bazı insanların göz numaraları doğuştan farklılık gösterir. Bir gözleri “sıfır” diğer gözleri ise değişik derecelerde miyoptur. Bir gözleri uzağı diğeriyse yakını daha iyi görür. Doğuştan bu durumda olduklarından, her yaşta hiç gözlük kullanmadan hem yakını hem de uzağı görürler ve hiç rahatsızlık hissetmezler.
 
Presbiyopi – Yakın Görme Bozukluğu nasıl tedavi edilir?
 
En basit çözüm okuma gözlüğüdür. İnsanların çoğu gözlük kullanmayı tercih ederler. Göz bozukluğu olanlar yani uzak için gözlük kullananlar ya iki gözlük ya da  yakın ve uzak gösteren multifokal gözlükler kullanırlar. Diğer bir çözüm ise, özel presbiyopi kontakt lensleri kullanmaktır. Özellikle, zaten kontak lens kullanan kişiler, yakını da gösteren özel lensleri rahatlıkla kullanırlar. Presbiyobi tedavisinde, çeşitli operasyonlar da yapılmaktadır.
 
Hastalara hangi tedavinin en uygun olduğuyla ilgili, uzman doktorları yardımcı olacaklardır.
 

28 Ekim 2015 Çarşamba

Patlıcanlı sos

Bu sene pek bir hoşuma gidiyor bu kışlık sosları yapmak. Bu tarif de buradaki sevgili dostum, ablam Şükran ablamdan.

Malzemeler:
1 kg domates
1 kg patlıcan
Yarım kilo kırmızı biber
Yarım kilo yeşil biber
1 baş sarımsak
Tuz
Zeytinyağı

Önce patlıcanları ve kırmızı biberleri közledim, kabuklarını soyup küçük küçük doğradım.

Yeşil tatlı biberleri- isterseniz acı biber ile karışık kullanabilirsiniz- doğrayıp yağda kavurdum.


 
Sarımsakları biraz tuz ilavesiyle iyice dövdüm.
 




Domateslerin kabuklarını soyup blendırdan geçirdim. Tuz ve zeytinyağı ilavesiyle kaynatıp, soyup doğradığım köz patlıcan ve kırmızı biberi, yağda kavurduğum yeşil biberi, dövülmüş sarımsağı ekledim. Eskilerin deyimiyle bir taşım kaynattım. Kavanozlara doldurup, yeni kapakla kapatıp soğuyana kadar ters çevirdim.

Afiyet olsun.

Ev yapımı zeytin

Zeytin kuşkusuz dünyanın en lezzetli, en şifalı yiyeceklerinden biri. Ev yapımı zeytin ise en lezzetlisi.

Son birkaç senedir, sonbaharda zeytinimi kendim yapıyorum.

Pazardan aldığım Gemlik veya Tavşan yüreği cinsi zeytinleri önce bıçakla 3-4 yerinden boylamasına kesiyorum. Bidonların içine koyup suyla dolduruyorum. Sonra, yaklaşık 1 hafta boyunca, günde bir defa suyunu değiştiriyorum. Bazı cinslerin acısı 5 günde, bazılarının acısı 8 günde çıkıyor. O yüzden mutlaka tadına bakın. Acısı çıkıp, zeytin lezzetlenince kaya tuzu ile bol tuzlu bir su hazırlıyorum. Kimileri içine limon tuzu veya zeytin dilimleri ilave ediyorlar. Ben koymuyorum bunları, daha lezzetli oluyor gibi geliyor bana. 

Tuzlu suyunu hazırladıktan sonra zeytininiz hemen yenmeye hazır. Daha uzun süre saklamak istiyorsanız, tuzunu biraz daha fazla ilave edeceksiniz. Bir püf noktası da, daha önceden turşu kurduğunuz bidonları zeytinde kullanmayın.


 Afiyet olsun.

 

26 Ekim 2015 Pazartesi

Minik Yastıklarım

Tchibo'yu çok seviyorum. Her çarşamba günü, kıyafetten el işi malzemelerine, mobilyalara varana kadar yeni bir koleksiyonla müşterilerinin karşısına çıkıyorlar. Bence, marketler her hafta farklı bir grup ürünü kampanyalı satma fikrini Tchibo'dan esinlendiler :) Tchibo'nun internet sayfasını ziyaret etmek isterseniz, buraya tıklayabilirsiniz.

En çok sevdiğim grup hobi malzemeleri tabi ki. Almanlar elişleri konusunda müthişler, Tchibo da Alman firması olduğu için çok çeşitli malzemeler sunuyorlar ve insanın gözü dönüyor valla.

Fotoğrafta gördüğünüz keçe seti çok güzel. İçinden dikiş iğnesine varana kadar ihtiyacınız olan herşey çıkıyor. Dikişte yeni olanlar bile çok rahat dikebilirler, dikiş yerleri noktalarla belirlenmiş. Dikmesi, işlemesi çok keyifli...

Bitince, 8 adet minik yastık olacak, ister yılbaşı süsü olarak ağaç süsleyebilir, ister içine biraz lavanta ekler lavanta kesesi olarak kullanırsınız. Yılbaşı geliyor, haydi bakalım hediye hazırlığına...



 

Keçeden kitap ayracı

Keçe ile çalışmayı çok seviyorum. Rengarenk, yumuşacık bir materyal. Üstelik yaptığınız herşey de çok hoş duruyor.
 
Aslında, keçeden kestiğim harfleri aplike ederek pofuduk yastıklar yapmayı daha çok seviyorum. Harfleri şablonsuz kesmek müthiş keyif veriyor bana, sanki keçe plakasındaki gizli harfi açığa çıkarıyor gibi hissediyorum. Ancak, harfler büyük büyük olunca çok parça artıyor. Yastıklarıma bakmak için buraya tıklayabilirsiniz.
 
Artan parçaları nasıl değerlendirebilirim diye düşünürken ortaya bu kitap ayraçları çıktı. Yine şablonsuz kestiğim harfleri, incecik dikişlerle birleştirdim. Arkalarının da fotoğrafını çektim, temiz çalışmışım yani :)
Geçen sene yılbaşında bu ayraçlardan epeyce yapıp dostlarıma hediye etmiştim. Ne yazık ki, fotoğraflarını çekmemişim. Ama anneciğim ve kardeşiminkiler hala benimle olduğu için size fotoğraflarını gösterebiliyorum.




15 Ekim 2015 Perşembe

Cehennem - Dan Brown

“Cehennemin en karanlık yerleri, buhran zamanlarında tarafsız kalanlara ayrılmıştır.”

Dante – İlahi Komedya
Dan Brown kuşkusuz son zamanların en fazla okunan yazarlarından biri ve en çok tartışılan yazarlar listesinin de tepesinde yer alıyor.

"Da Vinci Şifresi" ile yer yerinden oynamıştı ve bir anda Hristiyan dünyasının tepkisini üzerinde toplamıştı. Bilimsel araştırmalar, dini gerçekler ile birlikte gizemli bir polisiye gerilim hikayesi oluşturan yazar, daha sonra Melekler ve Şeytanlar ve Kayıp Sembol ile bu başarısı devam ettirdi. Şimdi, son eseri olan Cehennem romanı ile kendine ait tarzına devam ediyor ve bu kez Hıristiyan dünyasındaki İnferno yani Cehennem kavramına el atıyor.
 
Okuyanlar bilirler, Dan Brown’un romanları, sanat eserlerinin içinde saklı olan, saklı olduğuna inanılan bilmeceler ve gizemlerle yoğrulan, çok sağlam kurulmuş entrikalar içerir ve bir solukta zevkle okunur. “Cehennem” de öyle. Ve son romanının finali, Türk okurları doğrudan ilgilendiren bir yerde, İstanbul’da geçiyor!
 
Dan Brown kitaplarının Simgebilim uzmanı olan kahramanı Robert Langdon, Cehennem romanında gözlerini bir hastane odasında açıyor. Son olarak Harvard üniversitesindeki bir anısını hatırlayan Langdon kendini bir anda başından vurulmuş olarak, son 48 saate dair hiç bir şey hatırlamadan İtalya’da buluyor. Ne olduğunu anlamaya çalışırken, hastanede saldırıya uğruyor ve bu saldırıdan genç bir doktorun yardımı ile kurtuluyor. Dahası, cebinde üzerinde tehlikeli simgesi olan bir cihaz buluyor. Ülkesinin konsolosluğundan yardım isteyen, fakat yardım yerine kendisini öldürmeye çalışan kişiyi karşısında bulan Langdon, ülkesinin de kendini öldürmeye çalışması ile bir şok daha yaşıyor ve genç, fakat sıra dışı zekası olan doktor ile işin gerçeğini çözmek için yine simgelerde gizli olan ipuçlarının peşine düşüyor.
 
Floransa’nın tarihi yerlerinde başlayan macera, İtalya’nın diğer büyülü şehri olan Venedik’e uzanıyor ve Langdon, kendini genetik uzmanı olan ve dünya nüfusunun hızlı artışı nedeni ile insanoğlunun 100 yıl içinde neslinin tükeneceğini düşünen, bu yüzden ölümcül bir virüs yaratan ve bunu "Dante’nin Cehennem Haritası" ile ilişkilendiren dahi birinin peşinde buluyor. Tek sorun, bu psikopat bir hafta önce intihar etmiştir ve virüsün aktif aktif etmesine bir kaç gün kalmıştır ve virüsün yerini bulmak için tek umut Langdon’dur.
 
Dan Brown’un Cehennem romanı, okurlarını yine mükemmel bir maceranın içinde sürüklüyor. Kitapta yine tarihi öğeler, gizemli sırlar ve en güzeli ise İstanbul’un tarihi köşeleri var. Yerebatan Sarayı, Ayasofya ve Kapalı Çarşı gibi, belki de defalarca önünden geçtiğiniz tarihi yerlere farklı bir gözle bakacak, belki de tekrar ziyaret etmek isteyeceksiniz.
Kitap, yazarın şimdiye kadar yazdığı en muhteşem kitabı. Hem heyecan dozu çok yüksek, hem de İstanbul'da, hemen gözümüzün önündeki sembollerin anlamı konusunda verdiği bilgiler çok aydınlatıcı. İnsanoğlu, tarihsel gelişimi boyunca resimlerde, tablolarda, heykellerde, binalarda ve benzeri birçok yerde sembolleri kullanmış. Anlamını bilmezseniz sadece görsel bir şölen diye baktığınız bir sembol veya bir obje, anlamını bilince, bazen hayretlere sürüklüyor, bazen büyülüyor. Kitabı okurken, görseller konusunda Google yardımı almanızı öneriyorum.
Bu büyüleyici kitabı es geçmeyin.

13 Ekim 2015 Salı

Kokular Kitabı

Antalya Eczacı Odası yayın organı olan Dozaj dergisinde kitap yorumları da yazıyorum. Şimdiye kadar hiç paylaşmamışım blogumda bu yazılarımı.

Kitap okumak benim için hayatın içinde, benimle beraber varolan bir alışkanlık... Kitap okumanın bir yaşam tarzı olması gerektiğini düşünürüm, bir hobi olarak göremem kitap okumayı...

Kitapla beni ilk tanıştıran, tam bir kitap kurdu olan annemdir. Babam da çok sever okumayı, ama anneciğim tam bir kitap kurdudur. Oturma odasında kocaman bir kitaplığı olan bir evde büyüdüm ben, çok şanslıyım. Kitapları koklamayı severim, oğluma da o kokuyu sevdirdim, o zaman gerisi geliyor çünkü...

Eczacı Odasında mesleki eğitimlerimiz de çok oluyor. Aldığımız bu eğitimlerden biri "Aromaterapi" idi. Kokuların büyüleyici dünyasında kendini kaybetmeyen yoktur sanırım. Bazılarımız bir kokuyla geçmişin puslu anılarında kaybolurken, bazımız bir kokuyla neşeyi, hüznü, coşkuyu hisseder.

işte bu kitap "neden böyle oluyor?"u açıklıyor.

Kitap sadece kokuları, kokuların tarihçesini anlatmıyor. Aynı zamanda muazzam bir genel kültürle dolu.

Hera, Afrodit ve Athena ile elmanın ilişkini ve bu ilişkiden büyük Truva savaşının nasıl çıktığının hikayesi gibi birçok hikayeyi okumak ve MR tetkiki ile vanilya kokusu arasındaki ilişkiyi öğrenmek istiyor, kanser hücreleri koku yoluyla tesbit edilebilir mi sorusuna cevap arıyorsanız; bu kitap tam size göre.

Yazarın genel kültürüne hayran kalacağınız kitabın yazım dili de inanılmaz akıcı. Su gibi okuyacağınız bir kitapla karşı karşıyasınız. Keyifli okumalar...
KOKULAR KİTABI - Vedat OZAN
Arka kapak :

Kokular Kitabı, nihayet elinizde!

Artık gönül rahatlığıyla "burnunuzun dikine" gidebilirsiniz. Ama sanmayın ki kokular sadece doğruları söyler. Kandığımız yalanlar için de bir kılavuz aynı zamanda "Kokular Kitabı".

"Koku" denince, Türkiye'de akla ilk gelen isim; Vedat Ozan. İlk kitabı ve uzun soluklu çalışmasının ilk cildi olan Kokular Kitabı'nda meselenin hemen her cephesini kuşatıyor: mitolojik, kültürel tarihsel, kimyasal,  ekonomik-politik, psikolojik, edebi ve gündelik hayat...

Bu kitabı okuduktan sonra; bir bebeği severken, doğalgaz faturanızı yatırırken, başınızın üzerinden bir güvercin sürüsü geçerken, alışveriş yaparken, ansızın nostaljiye kapıldığınızda, kendinizi karşı cinsi etkilemeye çalışırken yakaladığınızda, hatta asansöre bindiğinizde, artık başka çağrışımlarla düşünmeye başlayacaksınız.

Kokular Kitabı'nı dönüp dönüp okuyacaksınız; burnunuzda tütecek... Ama hepsi bu değil, merak etmeyin! Daha üç cilt sırasını bekliyor: bunun parfümü var, kültürel tarihi var, lezzet boyutu var. Annemizin karnındayken başlayan kokuyla maceramızın ayrıntılı hikâyesi, yine orada başlayan lezzetle tamamlanacak. İnsanın gizli pusulası burnun, dolayısıyla "Koku"nun akla gelen, gelmeyen neredeyse her şeyimize sirayet eden dünyasına hoş geldiniz…

"Bir odaya girip o odanın duvarındaki bir resmi veya nesneyi tesadüfen görmemiş olabiliriz, ama, aynı odadaki kokuyu es geçmemiz, atlamamız imkânsız. Bu, kaçınılmaz bir uyaranla karşı karşıyayız, demek."

12 Ekim 2015 Pazartesi

Fi

Geçen sene, ilk kez kitapçıda gördüğümde, kapağı dikkatimi çekmişti. Elime alıp karıştırmış, üçleme olduğunu öğrenince çok iddialı bulmuş ve kitabı zamana bırakmıştım.

Sonra, birkaç ay evvel, kitabın yazarı Azra Kohen'in Ayşe Arman'la yaptığı röportajı okumuş ve çok etkilenmiştim. Ayşe Arman -ki çok beğendiğim bir gazetecidir.- kitabı çok methediyor, kitabın "farkındalık", "aydınlanma" ve "kendini bulma" gibi yeni çağ öğretilerine göz kırptığını söylüyordu. Yeni çağ öğretilerine düşkün biri olarak hemen aldım kitabı tabi ki :)

 
Kitap, inanılmaz akıcı bir dille yazılmış. Çok uzun - yaklaşık 600 sayfa- olmasına rağmen, son zamanlarda bu kadar sürükleyici ve yazım dili akıp giden bir kitap okumamıştım. Hatta kitabın ilk yarısında kendi "İlk On" listeme girecek bir kitap diye düşündüğümü itiraf etmeliyim.

Kitapta - alışılmışın dışında - çok sayıda karakter var. Karakterler müthiş derinlikli kurgulanmış ve birbirleriyle olan ilgileri de zekice örülmüş. Hele, romanın baş karakteri Can Manay, bir gün eczanemden içeri girse tanırım, o kadar yani, abartmıyorum.

Kitapta hayata dair çok güzel çıkarımlar var. Kitapların altını çizerek okumaya pek kıyamam, kitaplarım değerlidir. Ama, altlarını çizmeye değecek birçok cümle var kitapta.

"Özgürlük fazlaca abartılmış bir yanılsamadan başka bir şey değil aslında. Bir bedenin içinde var olan ve zamana tabi yaşayan bir yaratık nasıl özgür olabileceğini sanır ki?"

Hele ki bu cümle, çok düşündürdü beni. Çünkü, yeni çağ kitaplarını fazlaca okuduğum bir dönem "Hayırlısıyla şu bedenden bir kurtulsaydık..." demişliğim vardır yani, ölümden ötesini nasıl içselleştirdiysem artık...

Yazarın ilk kitabı. Bence takip edilmeli. Ama... Aması var işte...

Ama işte, pek sevemedim kitabı, devamı olan Pi ve Çi'yi okumayı düşünmüyorum. Hayat sevmediğimiz kitapları okumak için çok kısa ve okunacak kitaplar listem çok uzun.

Cinsellik içeren o kadar çok sahne var ki, rahatsız olmamak mümkün değil. Belki de, karakterlerin takıntılı kişiliğini anlatmak için yazar gerek gördü bu kadarına, ama o kadar uzun ve o kadar detaylı ki...

Bir ara da "Grinin elli tonu" furyası vardı. Kitap hakkında biraz bilgilenince okumamaya karar vermiştim, sonradan kararımdan da pişman olmadım. Cinsellik sattırıyor filmleri ve kitapları kabul, ama ben o kitleden değilim demek ki...

Bestseller listesi her zaman doğru kitaba ulaştırmıyor bizi. Devir pazarlama devri: Kendini becerikli diye pazarlayan, haksız yere nasıl öne geçiyorsa, çoksatanlar listesindeki bazı kitaplar da yanıltıyor insanı.

Ama okumadan bilmek, anlamak mümkün değil... Eee, o zaman okumaya devam...


9 Ekim 2015 Cuma

İnsanlar Yaşlandıkça Bencilleşiyor

Blog yazma işini bana ilk anlatan ve teşvik eden, sevgili kuzenim Berna ablamdır. "Özlem" demişti bana "bu blog yazma işi tam sana göre, başlamalısın." 2008 yılında yazmaya başladığımda müthiş keyif almıştım. Uzun zaman da yazdım; aklıma ne gelirse, elimden ne gelirse... Sonra tatsız günler yaşadık, hayattan herkesin payına farklı acılar, sıkıntılar düşüyor. Biz de eşimle beraber kendi payımıza düşeni yaşadık, değiştik, dönüştük... Ve yaklaşık 5 yıl kadar hiç yazmadım. Ne yazacak gücüm vardı, ne de aklıma geldi.

Şimdi tekrar yazmaya başladım. Bu arada diktiğim, boyadığım, ördüğüm dünya kadar şey var tabi, ama kaydı yok. Aklıma geldikçe hepsini yazacağım.

Yazdığım bir başka yer daha var.

Antalya Eczacı Odası olarak bizim bir dergimiz var: Dozaj. Dergimizin ilk günlerinden beri onu çıkaran ekibin bir parçası olmaktan müthiş gurur duyuyorum. Sağlıkla ilgili tüm konularda ve o sayının belirlenen güncel konularında yazılar yazıyoruz. İşte, aşağıdaki bu yazı da yazdıklarımdan biri.  



İnsanlar yaşlandıkça bencilleşiyor

Bencil olmak... Yani sadece kendini düşünmek, kendi çıkarlarını diğer herkesinkilerden üstün görmek... Kulağa bile ne kadar kötü geliyor, değil mi?

Türk Dil Kurumunun "Büyük Türkçe Sözlük"ünde, bencillik, "Yalnız kendini düşünen, kendi çıkarlarını herkesinkinden üstün tutan" olarak açıklanıyor. Peki, insanın kendini düşünmesi, gerekli ve son derece insani bir davranışken, ne zaman etrafımızdakileri rahatsız eden bir bencillik haline dönüşür?

Soru şu: Anne babasına veya bir aile büyüğüne bakma görevini üstlenen kişiler, neden bir zaman sonra baktığı kişinin bencilliğinden yakınır hale gelir?

Bebekliğinde en bencil dönemlerinden birini yaşar insan. Yaşayabilmesi için bencil olmalı, kendini düşünmeli ve sadece ihtiyaçlarının giderilmesi için çabalamalıdır. Sonra yaş ilerledikçe, bencilliğin değil de, paylaşımın ve fedakarlığın ön plana çıkarıldığı toplumsal eğitim sayesinde, ılımlı hale gelir bu bencillik...

Sonra, ergenlik döneminde yine artar. Çünkü dünya sizin için varolmuştur, ama kimse bunu anlamıyordur.

Orta yaşlara gelindiğinde ise, artık bencilliğe vakit kalmadığından mıdır, yoksa öne çıkan başka sevgilerden midir bilinmez, en az bencillik hissedilen dönem başlar. Bu, orta yaş, yirmi ile altmış arasında bir dönem gibidir sanki. Sonra yeniden gittikçe artan bir bencilleşme, yani kendini düşünme dönemi başlar. Hani derler ya, insan yaşlandıkça bebekleşir. Yani, son, başa döner..


İnsan yaşlandıkça, evi, eskisinden de fazla, hayatının merkezi haline gelir, huzurlu bir aile ve ev ortamında yaşama isteği artar, zamanın büyük çoğunluğunu evde geçirmeye başlar. Oysa, modern hayatın getirdiği yalnızlık, artık evinde daha fazla zaman geçiren bir yaşlı için daha da mutsuzluk getirir. Çünkü hayat çok hızlı, herkes çok meşguldür. İlk yaşlılık yılları bu duygularla geçince de sorgulamalar başlar ve "Bunca yıl ne için yaşamışım?" sorusuna cevap aranır:

"Herkesin senin hayatından bir beklentisinin olması ve bu beklentilerin getirdiği kalıplara sığmaya çalışmak, o kalıbın içine girebilmek için eğilmek, bükülmek, sen olmaktan çıkmak…"

"En yakın dostum diyerek elini uzattığın insanların beklentilerini karşıladığın sürece iyi olduğunu keşfettiğinde, bir daha asla tamir edilemeyecek şekilde yaralanmak…"

"Ortak hayat paylaştığın insanların bazen acımasızca ve bencil bir şekilde, seni harcayabildiklerini görmek, ortak paydayı paylaşıyorsan asla çıkarsız bir ilişkinin olamayacağını öğrenmek..."

Bunlar zor sorular ve zor cevaplardır. İnsanı değiştirir, dönüştürür. Ama, illa ki olgunlaştırır. Yaş ilerledikçe bilgeliğin artması da bundandır.

Ve insan ansızın farkediverir ki; yaş kemale ermiş ama kişi kendi için henüz yaşamamıştır. İşte, bu duygular ve kırgınlıklar ileri dönem yaşlılık için bencilleştiriverir insanı. Yaşla ve yaşamışlıkla birlikte artan bilgelik miktarınca, kiminde az kiminde çok bencillik başgösterir.

Ve bizler de etiketi yapıştırıveririz :

"İnsanlar yaşlandıkça bencilleşiyor."
 

5 Ekim 2015 Pazartesi

Pesto Sos

İtalyan mutfağını çok severim. İncecik pizzalar, o güzelim makarnalar... Bence, bizim mutfağımız ile de çok ortak yönleri var. İnce hamurlu pizza bizde lahmacun; kalın hamurlu pizza bizde pide; makarna bizde erişte.

Ama işte o soslar yok mu? Nefisler... Ve bizim mutfağımızda pek yoklar... Hele, pesto sos belki de en lezzetli olanı.

Pesto "ezilmiş" demek İtalyanca'da. Yapması da hiç zor değil. Sonuçta tüm tarifler internette mevcut. Önce araştırdım, sonra bulduğum 3-4 tarifi kıyasladım, yorumları okudum. Ve aşağıda yazdığım tarifi yaptım. Bu arada, internetteki en güzel tarif Café Fernando'ya ait. Okumak isterseniz buraya tıklayın.

Pesto Sos için Malzemeler:

 
2 demet taze fesleğen

2 paket dolmalık fıstık

7-8 diş sarımsak

1 çay bardağı rende parmesan peyniri
(Ben Migros markalı eski kaşar kullandım. Parmesan peyniri bana çok tuzlu geliyor.)

1 su bardağı zeytinyağı

2-3 çay kaşığı tuz

Yapılışı :

Fesleğenleri yıkayın, kurutun.

 
Dolmalık fıstıkları teflon tavada hafif rengi dönene kadar kavurun.


 
Ve tüm malzemeleri blendırdan geçirin.


 
Cam kavanozlarda saklayın. Buzdolabında 10-15 gün, derin dondurucuda yaklaşık 3 ay saklayabilirsiniz. Buzdolabı poşetlerine porsiyonluk olarak da koyabilir, dondurucuya öyle koyabilirsiniz. Yerken üzerine ceviz serperseniz tadına doyum olmaz.

En keyiflisi ise, dostlarla muhabbetle içilen bir bardak şarap eşliğinde, pesto soslu makarna yemek belki de...

Afiyet olsun.